Egeli Gazete

CHP’li Sertel: Belediye başkanlarının basın üzerinde sansürü var

Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanlığı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini iki dönem sürdüren CHP İzmir Milletvekili Atila Sertel EGELİ GAZETE’ye önemli açıklamalarda bulundu. Sertel, “Belediye başkanlarının da basın üzerinde sansürü var. Gazeteler reklam ve ilan alabilmek için belediye başkanlarını eleştiremez noktada. Bu Erzurum’da öyle de İzmir’de farklı değil. Her yerde aşağı yukarı aynı tablo var. Tüm partilerin belediye başkanlarında var baskı. Maddi anlamda var. Eleştiren basın kuruluşlarına ilan vermeyerek ceza kesiyorlar. Bunu ne yazık ki benim partimin belediye başkanları da yapıyor” dedi.
Player yükleniyor...
Haberler / Röportajlar
23 Mart 2022 Çarşamba 14:15
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanlığı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini iki dönem (2009-2015) yılları arasında sürdüren CHP İzmir Milletvekili Atila Sertel EGELİ GAZETE’ye önemli açıklamalarda bulundu. Sertel, “Belediye başkanlarının da basın üzerinde sansürü var. Gazeteler reklam ve ilan alabilmek için belediye başkanlarını eleştiremez noktada. Bu Erzurum’da öyle de İzmir’de farklı değil. Her yerde aşağı yukarı aynı tablo var. Tüm partilerin belediye başkanlarında var baskı. Maddi anlamda var. Eleştiren basın kuruluşlarına ilan vermeyerek ceza kesiyorlar. Bunu ne yazık ki benim partimin belediye başkanları da yapıyor” dedi.     MUSTAFA YILMAZ/FOTOĞRAFLAR: ŞÜKRÜ AKIN - Türkiye’de basının durumunu en iyi bilen isimlerden birisiniz. Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesi nasıl? Ağır sorunların olduğu bir ortamda toplumu bilgilendirme görevini yürüten gazetecilerin durumu ile ilgili neler söylenebilir? Medyayı iki, üç kademede değerlendirmek gerek. Gazete ve televizyonların yüzde 90’nı belirli bir zümrenin eline geçti. Bir kere patronaj açısından gazetecilik yapılamaz hale getirildi. Meseleyi öncelikle bu yönden ele almak lazım. Örneğin adam ticaretle uğraşırken, tüp alıp satarken, gelip dediler ki; Sen bize bu gazete ve televizyon kuruluşlarını satın alacaksın. Adam, “Bende para yok” dedi, “Biz sana para veririz, Ziraat Bankası ne güne duruyor?” dediler. Tuttular 750 milyon dolar teminatsız kredi verdiler. Geçmişte Türk Basınının lokomotifi olarak anılan, Türkiye’nin amiral gemisi olarak anılan basın grubunu bir iş adamının eline teslim ettiler. Birincisi, bu yanıyla patronaj açısından baktığın zaman o gazetelerde çalışan gazetecilerin özgürlük sorunu var. İkincisi, gazetecilik sorunu var. Üçüncüsü, gazetecilik maaş almak için, para kazanmak için bir araç haline gelmiş onlar için. Çünkü gördüğünü yazamamak, kendi gördüğüne sansür koymak en kötü şeydir. En kötüsü içsel yani oto sansürdür. Bu dönemde içsel sansür var. Genel sansürü yani özgürlükleri kısıtlayanları gazeteciler, gerçek anlamda meslek erbapları mücadeleyle aşabilir. Ama içsel sansürü aşmak çok zor. Bir de basının yüzde 90’ını yöneten bir iktidar bununla da yetinmiyor. Bir de baskıcı yasalar getiriyor. Hukuka aykırı gözaltı ve tutuklamalar oluyor. Sokak ortasında gazlama ve dayaklar oluyor. Bunlar da bir yana. Bir de en kötüsü şu: Her şey tek adam tarafından yönetiliyor. Tek adam ve tek adama bağlı tek adamlar tarafından. Geçmişte Basın Kartları Komisyonu vardı. Şimdi yok. Var ama şeklen. Bir kişi istediğine Basın Kartı veriyor. İstediğinin basın kartını iptal ediyor. Uzunca bir süre bağlı yasaya kayıtla kalarak sigortasını ödeyen, o mesleği yapan gazeteciler bile kartlarını gecikerek alıyorlar, ya da hiç alamıyorlar. Çünkü öyle bir toplantı yok. Basınla ilgili asıl sorunlardan biri de ekonomik sorunlar. Gazetelerin kağıdı, boyası artmış, kalıp fiyatları artmış. Yüzde 100’ün üzerinde artış var. En önemlisi de ilan potansiyeli daralmış. Kimden ilan alıyor basın. Diyelim marketten, kasaptan. Onların da ekonomik gücü düştüğü için orada da bir daralmak söz konusu. Tüm bunlar yazılı basın için geçerli sorunlar. Görsel de ise RTÜK diye bir kurum var. 800 çalışanı var. 38 daire başkan yardımcısı var. 8 daire başkanı var. Bakıyorsunuz yaptıkları işlere. 5 televizyonu izliyorlar. FOX, KRT, HALK, TELE1 ve TV5. 800 kişinin işi 5 televizyonu izlemek. Çünkü diğerlerinin hiçbir uyarı cezası bile yok. Bütün cezalar yıl içinde bu 5 televizyona geliyor. 4-5 muhalif televizyona bile tahammül yok. Çökertmeye çalışıyorlar parasal cezalarla. Görsel medyada RTÜK, yazılı medyada Basın İlan Kurumu, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları baskı unsuru oluyor. BELEDİYE BAŞKANLARININ BASIN ÜZERİNDE SANSÜRÜ VAR Aslında belediye başkanlarının da basın üzerinde sansürü var. Gazeteler reklam ve ilan alabilmek için belediye başkanlarını eleştiremez noktada. Bu Erzurum’da öyle de İzmir’de farklı değil. Her yerde aşağı yukarı aynı tablo var. -Yani basın üzerinde belediye başkanlarının baskısı mi var size göre? Belediye başkanlarını eleştirirsen reklam alamazsın. Reklam alamazsan ayakta duramazsın. Tüm partilerin belediye başkanlarında var baskı. Maddi anlamda var. Eleştiren basın kuruluşlarına ilan vermeyerek ceza kesiyorlar. Bunu ne yazık ki benim partimin belediye başkanları da yapıyor. Bizim düştüğümüz sıkıntılardan biri de budur. Mersin Belediye Başkanımıza yakın bir ekip, oradaki bir yerel gazeteyi bastı. Biz basın ve ifade özgürlüğünden yanaysak bu konuda da uyarılarda bulunmamız gerekiyor. Ne yazık ki belediye başkanlarının önemli bir bölümünün basın üzerinde bu şekilde baskısı var. Tüm bunların çözüm noktası nedir. Basın ve ifade özgürlüğüdür. Bu özgürlük, yasalarla korunur, sendikayla korunur. Türk basını ne zaman Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndaki örgütlülüğünü kaybetti 1990’lı yılların ortasına doğru. Ondan sonra Türkiye’de basının, medyanın, basının özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmadı. -Bu herhalde biraz basının sahiplik yapısıyla da ilgiliydi. Gazeteci patronlar çekilince bu süreç yaşandı değil mi? Aynen öyle. Ama sendika sadece ücret artışı ile ilgilenen bir yapıda değildi. İş güvencesiydi aynı zamanda. Patron, kolay kolay “Sen yarın gelme”  diyemiyordu gazeteciye. Çünkü sözleşmelerle güvence altındaydı. O zaman gazeteci haberi yazarken “acaba girer mi?” diye düşünmüyordu. Ama bugünün gazetecisinde; “Ben bu yolsuzluk haberini yaparsam belgesi ve bilgisi olsa da gazeteye girmez” anlayışı var. O zaman gazeteci köreliyor. İktidara yönelik bir yolsuzluk haberinin girmeyeceğini biliyor gazeteci. O zaman o haberi görmüyor. İşte körlük orada başlıyor. Yolsuzluk, hırsızlık var. Belgeleri var. Ama yazamıyor. Asıl sorun burada. Gazeteci yazamayınca garip gurabanın parası gidiyor. Bütün bunları aşmanın yolu özgürlükleri getirmekten başlıyor. Gazeteci özgür değilse yazma konusunda hatta fotoğraf konusunda bile sorunlar başlıyor. Madenciyi tekmeleyen şahıs Almanya’da rahat değil tek kare fotoğraf nedeniyle. Onu çeken gazeteci tarihe not düştü. Despot iktidarın simge fotoğraflarından biri oldu. O şahsın geleceğine yönelik kariyerinde ne kadar yükseltirlerse yükseltsinler, bir ayıp olarak kaldı. Gazetecinin önemi burada çıkıyor. O fotoğraf bu dönemde olsa belki de yayınlanamazdı. Çözüm birinci olarak basın ve ifade özgürlüğünü öncelikle yasalarla korumaktır. İktidarların ağzına bırakmamaktır. İkincisi gazeteci yazdığı bir haber nedeniyle işinden olamaz güvencesiyle sendika getirilmelidir. Üçüncüsü gazeteciliği gazeteciler yapmalıdır. Gazeteci olmayan patronlar yatırım aracı olarak gazeteciliği görmezler. Başka işleri almak için gazeteciliği kullanmak isterler. Gazetecilerle gazeteciliği kullananlar arasında anlatılamayacak kadar uçurum var. Niye gazete satın alıyor ki adam? Ya da niye televizyon sahibi oluyor? Çünkü maden ihalesine giriyor. Çünkü enerji ihalesine giriyor. Al gülüm ver gülüm ilişkisinin başladığı noktada gazetecilik bitmiştir. Gazetecinin ekonomik özgürlüğü nasıl sağlanabilir? Sendikal haklar. Toplu iş sözleşmesi. Belediye işçileri hem sendika güvencesinde. Hem de maaş açısından özellikle sosyal demokrat belediyelerde aldıkları rakamlar piyasanın çok üstünde. O zaman belediyelerde bunu yapabiliyorsak medya sektöründe niye yapmayalım. Bunun örneği 30 yıl önceye kadar vardı. Niye biz dünya ileriye giderken geriye gidiyoruz. 20. Yüzyıldaki ekonomik hakları niye gazeteciler 21. Yüzyılda yakalayamıyor. Ondan da ne yazık ki gazetecilerin suçu oldu. Koştura koştura sendikadan istifa edenler oldu. -Son yıllarda artan basın kartı iptalleri başta olmak üzere basın sektöründe yaşanan sorunların araştırılması amacıyla TBMM’de önerge verdiniz. Bu önergeye bir cevap verildi mi? Hiçbir yanıt vermiyorlar. Biz çok önerge veriyoruz. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın kaç uçağı, kaç aracı var, ne kadar polisle korunuyor diyoruz. “Yeteri kadar” diye cevap geliyor. -Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) Komisyonu Üyesi bir milletvekilisiniz. KİT’lerin genel durumu nasıl? Bazı KİT’lerde durum kötü değil. Mesela Makine Kimya Endüstrisi’ne daha önce BOSCH’da çalışan ve teknik anlamda çok donanımlı bir genel müdür getirdiler. Orası sonra çok değişti. Silah sanayimize inanılmaz boyutlarda katkı koyan boyutlara geldi. Havan toplarından tüm silahlara kadar büyük katkı koyuyor. Yine başarı hanesinde kıyı emniyeti var. Onlar da çok iyi çalışıyorlar. Ama PTT, TRT ve Ziraat Bankası kötü yönetiliyor. Her şeye rağmen uğraş verip başarılı olan kesimler de var. Örneğin PTT içinde bir yan kuruluşu olan bilişimle uğraşan kuruluş bana göre başarılı. Yazılım konusunda başarılı. Araç takip sistemi gibi noktalarda çok iyi yazılımlar yapıyorlar. Ama genelde kötü yönetiliyor. Kötü yönetilmesi sebeplerine bakınca liyakat olmaması görülüyor. Yönetim kurullarına eski belediye başkanları, eski milletvekilleri gibi hiç alakası olmayan kişileri getirip koyuyorlar. Senin bu işle bir ilgin var mı? Sen ulaşımla, iletişimle ne kadar ilgilisin ona bakmıyorlar. Getirip koyuyorlar. ENİNDE SONUNDA SAYIŞTAY RAPORLARININ HESABI SORULACAK -Bir de Sayıştay raporları var. Sayıştay raporlarının gereği yeterince yapılıyor mu? Bu raporların gereğini yerine getirme sorumluluğu kimde? Bunlar devletin tutanaklarına giriyor. Gereği bir gün mutlaka yapılacak. Biz KİT komisyonunda yaptığımız konuşmalarda da onları tutanaklara geçiriyoruz. Bugün sorulmuyorsa yarın hesabı sorulacak. En son örneklerden biri. Ziraat Bankası’nın Genel Müdürü. Ben ona söyledim. Sen “Teminatsız 750 milyon dolar verdin” dedim. Sen çiftçiye 50 bin lira  kredi vermek için traktörünü ipotek ediyorsun. Traktör 2015’in alt modeliyse, arsa ve tarlasını da ipotek ediyorsun 50 bin lira için. Peki sen 750 milyon doları nasıl verdin. “Sen sorumlusun” dedim. Bunu yüzüne söylediğim için her yerde söylüyorum. Tutanaklarda da var. “Bana Recep Tayyip Erdoğan emir verdi” demek seni kurtarmaz. “Sen yargılanacaksın” dedim. Devam ettim. Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyeleri ayda 19 bin lira maaşlarının dışında yönetim kurulu hakkı huzuru alıyor. Bu toplamda 2 milyon 200 bin lira yapıyor. Ama Sayıştay size 2 milyon 200 milyon lira olması gerekirken yıllık almanız gereken para. Siz 4 milyon 400 bin lira almışsınız. Sayıştay “Nasıl oldu?” diye soruyor. Siz cevap vermiyorsunuz. 19 bin lira alacağınız yerde ayda 38 bin lira almışsınız. Niye aldıklarının cevabını vermediler. Ayrıca bankanın genel müdürüne, yardımcılarına ve yöneticilerine banka kredi kartı veriyor. “Aylık harcama yapın, banka onu karşılayacak” diyor. Peki bunun limiti yok mu? Sayıştay “Ne kadar harcadınız, bize bildirmek zorundasınız” diye soruyor. Onu da açıklamıyorlar. Yani bankanın içine çökülmüş. İstedikleri kadar kredi kartı harcaması yapılıyor. İstersen kredi kartı ile git araba satın al. Hiç soran yok. Konut satın al. Hiç soran yok. Banka ödüyor. Ama ne ödediğini Sayıştay bilmiyor. Vatandaş bugün çözüm bulun, bugün yargıya gidin diyor. Ama biz yargıya gidince çözüm bulamıyoruz. Biz gidip bir çok konuda suç duyurusunda bulunduk. Örneğin PTT’nin eski genel müdürü Uludağ’da 40 kişiye otel kapatıyor. Onları PTT’nin kasasından ağırlıyor. Suç duyurusunda bulunduk. Ama gereği yapılmadı. Maaşınızın dışında örtülü ödenek diye bir şey çıkarmışsınız. Bundan 4 yıl öncenin rakamları ile Genel Müdür ve yönetim kurulu üyelerine ayda 5 bin TL. Daire başkanlarına ayda 3 bin TL. Örtülü ödenekten harcama yapılmış. Bu örtülü ödenekteki harcamalar için kuru pasta faturası alınmış. Balıkçıya gidilmiş, oradan fatura alınmış. Takım elbise faturası var. “Böyle bir şey olabilir mi? Sizin yediğiniz çerezin, evinize götürdüğünüz kıymanın, köftenin parasını PTT niye ödesin? diyoruz. Adam sonunda maaşlarının az geldiğini ve fatura karşılığında maaşlarına takviye yaptıklarını itiraf etti. Bunların hepsi kayıt altında. KİT komisyonu tutanaklarında hepsi var. O kadar çok kara delik var ki. Bize “Ülkeyi nasıl düzelteceksiniz?” diyorlar. İsrafı, kaçağı durdur, beşli çeteye giden ihaleleri durdur. Türkiye kendini toparlar. Çünkü Türkiye’nin topladığı vergi, dünyada sistematik olarak hiçbir ülkede toplanmıyor. Halkın sırtına öyle çökülmüş ki ama bütün toplanan verginin har vurup harman savrulduğu bir yapı var. Sahte alkolden insanlar ölüyor. Çünkü hakikisini içemez durumdalar. Biz alkolü savunmuyoruz, sağlığa zararlı. Ama için de sağlıklısını içsin. İnsanlar bu yüzden ölmesin. Sigara konusunda da durum böyle. Bu ülke topraklarının Adıyaman tütünü kaçak sayılıyor. Ama Amerikan tütünü serbest. Amerikan tütününü bu ülkede satabiliyorsun, Türk tütününü yok ediyorsun. Böyle bir tablonun içindeki bir Türkiye var. Adıyaman’a hemen orada yetişen tütünle üretilen sigara fabrikası kurulması gerekir. Amerikan tütünün içinde ne olduğunu bizim insanımız bilmiyor ki. Türk tütünü öldürüldü, Amerika öldürdü. TİRE-BELEVİ YOLU’NDA RANT OLMADIĞI İÇİN BİTMİYOR -Türkiye’de çok büyük maliyetli  yol projeleri hayata geçirirken, sizin Israrla savunduğumuz konulardan biri de çok sık kazaların yaşandığı ve ne yazık ki can kayıplarının olduğu Tire-Belevi karayolunun bir türlü hayata geçirilmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? O yolda rant yok ama. Öbür yollarda rant var, kazanç var. Tire yolu topu topu 20 kilometre. Ben 7 yıldır o yolla uğraşıyorum. 7 yılda ancak 10 kilometre yapılabildi. Geriye 10 kilometre kaldı. 4 bakan, 4 genel müdür değişti. Hatta yolun müteahhidi ödeneği bitti zaman beni arıyordu. “Atila bey konuşun da biraz ödenek gelsin yolu yapmaya devam edelim” diyordu. Sanki ben icracı bir konumdaymışım gibi. AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İzmir Milletvekili Hamza Dağ bile “Abi konuş da bitsin o yol” diyordu. Ben o yolun temel atma törenine de gittim. Ahmet Arslan bakandı ve bir yıl içinde bitirileceğini söylemişti. O yol bitecek. Ama İnşallah açılışını biz yapacağız. -Bir de İzmir’de 6 yıl önce projesi onaylanan ve merkezi bütçeden yapılacak ilk metro projesi olacak Halkapınar-Otogar Metro konusu var. Bu proje Ankara’da gündeme geliyor mu? Şöyle bir durum var. İzmirli genel bütçeye verdiği 100 liranın 2 lirasını geri alıyor. İzmir’e yapılan yatırım 2 lira. Bu çerçeve içinde baktığınız zaman Konya verdiği 100 liranın 135, Trabzon 102 lirasını geri alıyor. Verilenin geri dönüşünde İzmir görülmüyor ki. İzmir’e karşı adeta bir cezalandırma var. İzmir’e karşı bir yok bir yok sayma duruşu var. Halkapınar ile Otogar Metrosu arasındaki metro projesinin 6 yıldır başlamasının nedeni de bu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan farklı zamanlardaki son 3 ziyaretinde bu projenin başlayacağı sözünü vermişti. Önüne promterı koyuyorlar, oradan okuyor. Benim bildiğim 3600 ek gösterge konusunu 10 yıldır söylüyor. 10 yıldır her seçim döneminde mitinglerde söylemeni yapmıyorsa promter kazasıdır o. Hatta Binali Yıldırım’ın iki yıl önce yaptığı konuşmayı üşeniyorlar danışmanlar yeniden bir şey yazmaya, getiriyorlar promtera koyuyorlar onu okuyor. Aynı konuşmay 2 yıl önce okumuş, aynısını okuyor. ATAMAYLA GELEN ÇOK SAYIDA İSİM PARTİYE İHANET ETTİ -En geç 1 yıl 3 ay içinde genel seçim olacak. Siz çok uzun zamandır ön seçimi savunuyorsunuz. CHP’de önümüzdeki genel seçimlerde ön seçim olasılığı var mı? Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu 100. yıl bildirgesinde çok açık ve net bir şekilde şöyle diyor: Milletin vekillerini millet seçmeli diyor. “Genel Başkanlar, liderler milletvekillerini yazmamalı” diyor. Ben Genel Başkanımızın söylediğine yürekten katılıyorum. Çünkü kendi içinde demokrasiyi uygulamayan partilerin demokrasi konusundaki vaatlerinin toplum tarafından tam olarak algılanmayacağını düşünüyorum. Demokrasiyi önce kendi içinde uygulayacaksın. Niye AKP’li milletvekillerinin hepsi el kaldırırken Grup Başkan Vekillerinin eline bakıyorlar? Çünkü liderlik sultası içinde hak eden ya da etmeyen, kariyerli, kariyersiz, liyakatli, liyakatsiz hepsi milletvekili olmuş. Ama hepsi grup başkan vekilinin eline bakıyor. Grup Başkan Vekili nasıl el kaldırırsa onlar da öyle kaldırıyor. Bu milletvekili tablosu milletin sorunlarını çözer mi? Çözemez. Sorun olduğunu kabul etmeyenler sorunu çözme kudretine sahip değiller. Sorun şu: Demokrasiyle mi yönetileceğiz? Herkes kendi özgür iradesini koyabilecek mi? Halkla iç içe yaşayan milletvekilleri mi olacak? Bütün bunların çözüm noktası neresi: Halkın huzuruna çıkmak. Sen çıkacaksın ve diyeceksin ki; “Ben milletvekili adayı olmak istiyorum. Üyeler seni layık görürse, üyeler “Sen çok iyi milletvekilliği yaptın ve yapmaya da devam ediyorsun. Seni bir kez daha meclise gönderiyoruz” diyebilir. Ya da “Atila Sertel, senin notunu kırdık. Seni bu dönem milletvekili yapmıyoruz” diyebilir. Bunu kim söyleyecek? Bunu üye söylemeli, halk söylemeli. Hele sosyal demokrat yapıda bu çok daha elzemdir. Ben genel başkanımızın ön seçim yapacağına inanıyorum. Ama çevresinin onu farklı bir telkine sürüklemesi de olabilir. Ben kendi kişisel kararımı açıkladım. Ben CHP’liyim ve ölünceye kadar da öyle kalacağım, başka partiye gitmem. Ön seçimle değil de atamayla gelen çok sayıda milletvekili bu partiye ihanet etti. Genel başkana ihanet etti ve başka partilere gittiler. Ama ön seçimle gelen bir kişi yok ki bu partiye ihanet edip başka bir yere gitsin. Ben bu demokrasi ve ön seçimi kişisel olarak istemiyorum ki. “Benim de ön seçimde yüzde yüz kazanacağım” diye bir güvencem yok ki. Onu taktir edecek olan üyedir. Ama üyenin taktiri çok önemlidir. Bir kentte yaşayan üye o kentten aday olanların hepsinin röntgen filmini çekmiştir. Yaşam şartlarına, davranış biçimlerine, ailesine, sokakta yürüyüşüne bakar. Hepsini irdeler ve kararını verir. İki kişinin alacağı karar yerine 100 bin kişinin alacağı ortak karar çok daha doğrudur. Demokrasi de budur. Genel Başkan ve çevresine yaranmak isteyen anlayışın da yıkılmasına yol açar. Halkın vekiliysen halkla iç içe olmalısın. Ben böyle düşünüyorum. 12 Eylül 1980 öncesi tüm partiler hakim huzurunda ön seçim yapıyordu. Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi  hepsi ön seçimle milletvekili adaylarını belirliyordu. Türkiye 45 yıl öncenin gerisine gitmiş demokrasi açısından ne yazık ki. Ben de diyorum ki bizde böyle olmasın. -CHP ve Millet İttifakı bu seçime iddialı bir şekilde giriyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İzmir’de CHP’nin oyunun yükseleceğini düşünüyorum. İYİ Parti’nin de özellikle MHP ve AK Parti seçmeninden ciddi oranda oy alacağı görülüyor. -CHP’nin uzun süredir İzmir’i “Çantada keklik görme” anlayışı konuşuluyor. Hatta “Odunu koysak seçilir” söylemleri bile dile getirildi. Bu anlayışın önümüzdeki seçimlerde de devam edeceğini düşünüyor musunuz? Ben “odunu koysak seçilir” anlayışını halka hakaret olarak görürüm. Ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum. Bu çok büyük bir haksızlık olur. İzmir’e yakışan, liyakatli insanları İzmirliler çıkarır. -Sıklıkla dile getirdiğiniz konulardan biri de infaz koruma memurları, zabıta ve itfaiye erleri konusu var. Özellikle bu kesimin haklarını gündeme getirmenizin sebepleri neler? Ben özellikle ezilen ve mağdur edilen kesimlerin yanında olmayı hayat ilkesi haline getirdim. Örneğin itfaiyeciler. Tulumbacılardan beri bu bir meslek. Dünyanın her yerinde de meslek. İtfaiyecilik meslek lisesi ve meslek yüksek okulu açılmış. Meslek orada tabelada kabul edilmiş. Ama işin özüne geldiği zaman itfaiyeciyi meslek olarak görmüyorsun. İdari hizmetler sınıfında görüyorsun. Ama dünyanın her yerinde itfaiyecilik meslek. Örneğin Hollanda’da en yüksek ücret alan meslek arasında itfaiyeciler 6. sırada. ABD’de de ilk 10 arasında. Ben de TBMM’de itfaiyeciliğin ülkemizde de meslek olması teklifini getirdim. Reddettiler. Bunun siyaset üstü bir mesele olduğunu söyledim. Her partiden itfaiyeci var. Meslek olması bir statü birliği sağlamak çok önemli. Yangında, selde, depremde onlar var. Canını, malını, kedini, köpeğini her şeyini teslim ediyorsun. Ama onları mağdur ediyorsun. İnfaz koruma memurlarına gelince. İçeride hapçısı, gaspçısı, çetecisi var. İnfaz koruma memurlarının güvenlik sınıfına geçmesi lazım. Çünkü güvenliği sağlıyorlar. Ama onları da idari memur olarak kabul ediyorlar. Bir idari memur eline jop, kalkan alıp kafasına polis gibi baret takar mı? Ceza infaz koruma memur diyorsun ama onu da güvenlik sınıfına almıyorsun. O da haksızlık. İkisine de kanun teklifi verdim. Geçirmediler. Üçüncüsü de zabıtalar. Onlar da bir sınıf değil. Zabıta ve itfaiyeciler birleştirilip bir sınıf yapılabilir. Yapmıyorlar. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye de ricada bulundum. Bunun partiler üstü bir mesele olduğunu söyledim. İnfaz koruma memurlarının büyük bölümü MHP’ye ya da AK Parti’ye oy veriyor. Bize oy versin diye de söylemedik dedim. TBMM’deki kendi Grup Başkan Vekillerine bu konunun çalışılması için talimat verdi. Hala çalışıyorlar. Ben bu konulara takip ediyorum. Ezilenlerden ve hakkı yenenlerin yanında oldum. Bu üç grubun da hakkının yendiğini düşündüğüm için ısrarla savunuyorum. Her yerde dile getirmeye çalışıyorum. Tüm milletvekillerine bu sınıfların neden meslek olması konusunda tek tek mektup yazıp anlattım. AK Parti Milletvekilleri ile konuşuyorum. “Ciddi misin? Bu sınıflar meslek değil mi?”  diyorlar. Meslek ama kanunda değil. “Gel şu kanunu değiştirelim” diyorsun. Değiştiremiyorsun. Ama bunlar da önümüzdeki dönem İnşallah hallolacak.

YORUM EKLE

Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır

YORUMLAR


   Bu haber henüz yorumlanmamış...

DİĞER HABERLER

Sayfa başına gitSayfa başına git
Facebook Twitter Instagram Youtube
KÜLTÜR SANAT GENEL GÜNCEL TÜRKİYE POLİTİKA ASAYİŞ YAZARLAR FOTO GALERİ VİDEO GALERİ EKONOMİ SAĞLIK SPOR MAGAZİN RÖPORTAJLAR YEREL YÖNETİMLER
Masaüstü Görünümü
İletişim
Künye
Hakkımızda
Copyright © 2024 Egeli Gazete